Lev Nikolavic Gumilev. Qedim Turkler

09.10.13 | yabgu

http//photoload.ru/data/1c/dd/ce/1cddceaf4f17802a73abb66c75161a93.jpg


Qedim Türkler
Author: Lev Nikolaviç Gumilev
Translator: V. Guliyev ve V. Habiboglu
Publisher: Baki.,Azerneşr
Publication date: 1994
Number of pages: 166
Format / Quality: PDF
Size: 39.6 Mb
Language: Azarbaycan

http//photoload.ru/data/d4/e1/0b/d4e10b6075eed9071bd7e98934b33e6b.jpg

Öèòàòà:
Lev Nikolayeviç Gumilëv (Gumilòff okunur) 80. doğum yıldönümünü kutlarken “artık bütün Rusya’da meşhur oldum” diyordu kendi kendine ama ne akademik çevreler, ne de geniş halk kitleleri seksen yaşındaki bir adamın doğum gününe fazla itibar etmemişlerdi. Yüzüne karşı ve hatta arkasından “üstad-ı azam” diyorlardı ama kitaplarını ellerine almaktan korkuyorlardı. Ne de olsa geçmişte defalarca tutuklanmış; rejim muhalifi damgası yemiş; sürgün kamplarında çile doldurmuş aykırı bir tarihçi, aykırı bir şair, coğrafyacı, etnogenesiz tezinin ve Rus etnolojisinin babası ama aynı zamanda Bolşevik yönetimi tarafından vatan hainliğiyle suçlanarak kurşuna dizilmiş zâdegân sınıfına mensup bir askerin ve meşhur şaire Anna Ahmetova’nın oğluydu..

XX. Yüzyıl Sovyetler Birliği’nde pekçok tarihçi, birçok kabiliyetli ve profesyonel araştırmacı, A. Zimin, M. Tixomiroff, B. Rıbakoff, R. Vipper gibi gözde ilim adamları vardı ama A. Toynbee’ye cevap vermek, onun koyduğu terminolojiyi değiştirmek Gumilëv’a nasip olmuştu. Sovyet İlimler Akademisi’ne seçilmesine seçilmişti fakat içeride “üsttekiler”, “alttakiler” kavgasıyla meşgul olan akademik çevre, onu ilmi neşriyat kadrosundan çıkarmış; 1982′de ise, akademik dergilerde ve “Nauk” periyotlarında makalelerinin yayınlanmasını yasaklamıştı..

Ðàñêðûòü
I Ekim 1912′de şair ve şaire bir anne-babanın evinde dünyaya gelen Gumilëv, 15 Haziran 1992′de vefat etti. Edebiyatçı bir ailenin çocuğuydu ve bu aile, Rusya’da 1910′lı yılların edebî akımına damgasını vurmuştu. Savaş başladığı için babası bir süre sonra yüzbaşı rütbesiyle orduya çağırılacaktı. Anne Anna Ahmetova Kırım’da Sivastopol’un dağlık bir kasabasında dünyaya gelmişti. 1890-1900 yılları kuşağı, Anna Ahmetova’yı dünyanın en seçkin şaireleri arasına koymuştu. Geçmişin “yokolmakta olan” kültürü, Gumilëv’un henüz çocukluk yıllarında ilgisini çekiyor, bu kültürün kaybolmaya yüz tutmasını görmek ise, onu üzüyordu. 1918 Ekim ihtilalinden sonraki genel tutumun neticesinde, 1921′de baba Nikolai’ın kurşuna izilmesi, küçük çocuğun dünyasını karartmıştı. 1930′larda ise, artık kampını seçmiş; Bolşevik rejimiyle uyuşamayacağını çok iyi anlamıştı. Bu, bir noktada kendi kaderini de çizmek demekti.

1917′den 1929′a kadar olan çocukluk ve gençlik yılları, Tver şehri yakınlarındaki Slepnev’de, babaannesinin evinde geçiren yazarımız, tarihî kitapların yanısıra H. Emar, Mayne Reid, A. Dumas gibi klasikleri okuyarak, büyüdü. Okul arkadaşları başka şeylerle uğraşırken, onun koltuğunun altında tarih kitapları, eski tarihî haritalardan başka bir şey yoktu. Kendisi XX. Yüzyılda ama ruhu ve beyni, yüzlerce yıl öncesinde yaşıyordu.

1930′da üniversite kapısını aralamak için kolları sıvadı fakat müracaatı reddedildi. Zâdegân bir ailenin çocuğu olması hasebiyle, sosyal düzene ayak uydurma kabiliyetine sahip olmadığı gösterilmişti gerekçe olarak. Çaresiz, ekmek parasını çıkarabilmek için Leningrad’da bir tramvay-transport deposuna işçi olarak girdi. Burada onu çok sevmişlerdi. Bir süre sonra işçi bulma kurumu vasıtasıyla Sovyetler Jeoloji Enstitüsü’nün jeolojik araştırmalar bölümünde boş bir iş buldu.

Kıtlık yıllarının yaşandığı budönemde Rusya’nın ta öbür ucunda yaşayan Türk halklarının bakiyeleriyle yüzyüze geleceği bir imkan yakaladı ve Sayan eteklerine işçi olarak gönderildi.Burada gördüğü şeyler, yerli halkla ilgili müşahedeleri, kitaplarda okuduklarına hiç benzemiyordu. Bu işçilik günlerini, 1931 yazında Pamir’de yine işçi olarak geçireceği günler izleyecekti. Pamir günlerinin ona bir faydası da olmuş ve Tacik ve Kırgızlar’ın dillerini öğrenmişti. Basmacı ne demek, burada duymuş; İsmaili mezhebine mensup insanlarla tanışmanın yollarını aramış; tarikat şeyhleri, dervişler, sufiler, kanun kaçakları ve maceraperestleri hep burada tanımıştı. Bir sonraki sezonluk işi Kırım’da yapılacak arkeolojik kazı ekibindeydi. Fakat nedense, arkeolojik kazılarda çalışmak, ona pek cazip gelmiyordu. Onun hayalindeki şey, halkların tarihlerini öğrenmek, onların nasıl teşekkül ettikleri, nasıl yükselip düştüklerini araştırmaktı.

1934′da 22 yaşına bastığında şans yüzüne güler gibi olmuş ve Leningrad Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü’ne öğrenci olarak kabul edilmişti. Fakültenin başında Y. Tarle, V. Struve gibi zamanın en gözde tarihçileri vardı. Artık onu toplumun bir üyesi olarak kabul ediyorlardı ve istediği entellektüel çevreye girebilmişti. Ne var ki, ben isterim otuz, Tanrı verir dokuz sözü doğruymuş. Genç tarihçinin sevinci yarıda kalacak ve bir aile ortamında geçen sohbet sırasında sarfedilen sözlerden dolayı, bir muhbirin ifşasıyla tutuklanacaktı. Neyse ki anne A. Ahmetova’nın resmî mercilere yaptığı müracaat üzerine, yeterli delil olmaması sebebiyle, serbest bırakılacaktı ama fakülte kapısı yüzüne kapanacak, yine sokaklarda iş aramak mecburiyetinde kalacaktı. Kısa süre sonra aradığı işi bulmuştu da: Üniversitenin şarkiyat bölümünde işçi olarak çalışacak; boş zamanlarında ise, yeni çıkan neşriyatı takip edebilecekti. O sıralar ilgi alanı Eski Türkler’di. Rusya’nın en önde gelen şarkiyatçısı V. Struve, yerini dolduracak gençler arıyordu ve bu yüzden -sürgün kamplarında olduğu yıllarda dahi- Gumilëv’a yardım elini uzatmış, yeniden öğrenciliğe kabul edilmesi için dilekçesini yazmasına yardımcı olmuştu.

Nihayet 1937′de üniversiteye tekrar kabul edildi. Artık sık sık eski Rus tarihiyle, Sibirya ve Moğolistan’ın eski Türk halkları üzerinde uzman olan profesör B. Grekoff ve S. Maloff’un karşısına elinde bir takım belgelerle çıkıyor, onlarla tartışıyordu. Ama şanssızlık paçasından yakalamıştı onu bir defa. Yine bir ihbar, yine bir tutuklanma ve beş yıl tecrid cezası. Önce cezasını çekmesi için Belomorkanal’a gönderilmiş, sonra suçunun (!) ağır olmadığı gözönünde bulundurularak, kampının değiştirilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece Norilsk maden ocaklarında zorunlu çalışmaya tabi tutulan genç ve bahtsız tarihçi, dişini dişine basıp, verilen ağır işleri becermeye çalışıyordu.

1943′de tutukluluk süresi bitmişti. Ama savaş patladığı için hemen askere alınmış ve sakıncalı olması hasebiyle de, ön cephede Belorus’a gönderilmişti. Elbe Nehri’ni kurşun yağmuru altında aşmayı başararak, Berlin’e kadar gitmiş; orada yakılıp, yıkılmış Alman şehirlerini, tarihî harabeleri görmüştü. 1945′de tekrar üniversite yolu görünmüştü. Genç Gumilëv, on devlet üniversite giriş imtihanlarına girmiş ve Fransızca, Almanca, eski Türkçe ve Latince bildiği, Hun ve eski Moğol medeniyet tarihi konusunda ihtisas sahibi olduğu için üniversiteye kabul edilmesine karar verilmişti. 1946′da Leningrad Üniversitesi, Şarkiyat Enstitüsü’nün burs imtihanlarını başarıyla vermişti. Bu defa, bilahere Ermitaj Müzesi müdürü olacak olan Mihail İllarionoviç Artamonoff’un himayesindeydi ve onunla birlikte Ukrayna ve Gürcistan’da yapılan arkeolojik çalışmalara katıldı. Bunu, Sibirya’da yapılan çalışmalar takip etti ve Gumilëv, üstadı Artamonoff’la birlikte ilk kez “eski Türk höyüklerini” inceleme imkanı buldu.

Bir yandan eski Slavyan kültürüyle de uğraşması, Gumilëv’un başına iş açacak ve zamanın meşhur slavist akedemisyenleri V. Paşuto ile B. Rıbakoff’la polemiğe girecekti. Daha da kötüsü, Artamonoff’un onun etnogenez tezine karşı çıkanlar arasına girmesi, bu iki dostun yollarının ayrılmasına yol açacaktı. 1946′da aleyhinde düzenlenen bir raporla hem bursu kesildi, hem de arkeoloji ekibinden kovuldu.

Yalvar yakar Leningrad psikoterapi hastanesi kütüphanesinde bir iş bulmaya muvaffak oldu ve hastahane yönetimi iyi niyet göstererek, akademik tezi “Eski Türkler” konusunda kendisine destek çıktı. Üç yıl süren bu zorlu mücadeleden sonra nihayet, 36 yaşında öğrenim kapısını yeniden aralayabilmişti.

1948′de hayatının yeni bir safhasına başlayan Gumilëv, uzman tarihçi olarak S. Rudenko’nun Altaylar’da görev yapacak olan arkeoloji-etnofrafya heyetine katılma hakkını elde etti. Pazırık’ta yapılan kazılarda “İskit vahşi hayvan figürlerini” bulan ekipte olması Gumilëv’a dünya çapında bir şöhret kazandırdı. Çünkü o sıralar, Maya ve Aztek kültürlerini keşfeden Avrupa ve Amerika’da, Avrasya bozkırının altın mirasına karşı hararetli bir ilgi vardı. 1949′da Tüyuk-Mezar’da bulunan savaşçı heykelleri üzerine yazdığı makalelerle, eski Türk ve Moğol yaylarıyla ilgili makalesi dergilerde yayınlandığı bir sırada, geleceğin “üstad-ı azam”ı, soluğu tekrar tutuklama kampında almıştı.

7 Eylül 1948′de, Altaylarda faaliyet gösteren heyetteki çalışmalarını sürdürürken, bir kez daha tutuklandı. Ama bu defa, yıllar sonra kendisinin de belirteceği gibi, “annesi yüzünden” tutuklanmıştı. 1935′de kendisi, 1918′de babası, 1948′de ise annesi yüzünden ellerine kelepçe geçirilmişti. Ne var ki, bu sonuncu tutuklamanın faturası ağır kesilmişti : IO yıl! İşlenen suç da büyüktü: “Devrim aleyhtarı faaliyet göstermek”! Annesi Anna Ahmetova, bu münasebetle şu mısraları karalayacaktı:

Kocası mezarda,Oğlu damlarda, Dua edin bana!

İlk durak Karaganda’ydı. Neyse, teselli bulması için zamanın bazı ünlü akedemisyenlerini de aynı kampta görmesi, belki de yeterli bir sebepti. Aleksandr Leonidoviç Çihevski bile onunla aynı kamptaydı. İkinci durak, Sayan yakınlarındaki Kuzbası (Kuşbaşı), üçüncü durak, daha önce Dostoyevski’nin çile doldurduğu Omsk hapishanesiydi..

1956′da ağır bir hastalığa yakalandığı sırada -ki artık 44 yaşındaydı- Stalin’in çıkardığı “Çocuk ebeveynin suçundan sorumlu değildir” genelgesiyle serbest bırakılarak, Petrograd’a döndü. Eski dostu Artamonoff burada onu güleryüzle karşılayıp hemen kütüphanede iş verdi. Ayrıca kütüphane bütçesinden doktora tezini tamamlaması için cüzi bir ödenek ayrıldı. Sıkı bir çalışma sonunda nihayet “Eski Türkler” adlı doktora tezi yayınlandı. Üniversite camiasında hayli yankı uyandıran bu eseri sayesinde, o güne kadar itilip kakılan Gumilëv, tekrar birinci derecede ilgi odağı olmuştu. Leningrad Üniversitesi rektorü, Gumilëv’u fakültede işe aldı ve böylece 1986 yılına kadar istikrarlı bir çalışma hayatı başladı. 1986′da artık yaşlandığı bahanesiyle emekliye sevkediliverdi. Bir zamanlar çok genç, ondan sonra rejim muhalifi olduğu iddiasıyla yüzüne kapanan üniversite kapısı, şimdi de yaşlı olduğu bahanesiyle kapanıyordu. Bu olayın arkasında bir takım politik sebepler yattığını bilen Gumilëv, vakitsiz emekli edilmesine hayli içerlemişti. Nikolai Gumilëv ve Anna Ahmetova’nın çocuğu oluşunun izleri, demek hâlâ silinmemişti.

Üniversitede resmi çalışma saatleri içinde bulunma fırsatı yakalayamadığı ve dinleyicileriyle buluşamadığı için verilen profesörlük ünvanını kullanma fırsatı dahi olmamıştı. Sadece 1966′dan 86′ya kadar coğrafya fakültesinde okutman olarak görev yapmasına izin verilmişti ama o, kendisini ordinaryüs profesör olarak isimlendiriyordu. Çünkü o derse girdiği zaman bütün üniversiteliler anfiyi dolduruyor, hatta okulda çalışan müstahdemlerden başka, sokaktaki insanlar dahi onu dinlemeye geliyorlardı. Gumilëv haklı olarak “bütün Rusya’nın kendisini dinlediğini” söylüyordu. Her yıl üniversiteler açılırken, televizyonda açış konuşmasını yapma hakkı, “üstad-ı azam” olarak, onundu…

Böylece, bir dönemler itilip kakılan Gumilëv, birkaç kuşağın üstadı olmuştu. Matematikçisi, fizikçisi, coğrafyacısı ve başka mesleklere mensup pekçok insan artık “Ben de filan dönemde Gumilëv’un talebesiydim” demekten gurur duyuyordu.

L.N. Gumilëv’un 1983′de yeni bir çalışması okuyucuyla buluşmuştu: Etnogenesis ve Yeryüzü Biosferi. Halkların teşekkül safhalarını, yükseliş ve düşüşlerini belli prensiplere bağlayan bu tez çalışması ne yazık ki akedemik çevrelerin beğenisini kazanmadı. İkinci doktora tezi olarak sunduğu bu çalışması, “bu doktora değil, doktora üzeri bir şey; dolayısıyla kabul edilemez” cevabıyla reddedilmişti. Gumilëv’un bu çalışmasını anlayamayan akedemi çevrelerinin zımnî bir kıskançlık hastalığına yakalandığı aşikârdı. Hatta onlar, bununla da yetinmeyip eserin K. Marks’ın ve F. Engels’in teorilerine ters düştüğü iddiasıyla yasaklanması yönünde karar dahi çıkarttırdılar. Esasen Gumilëv, “Etnogenez”inde açıktan açığa Lenin ve Engels’i tenkit etmiyordu ve zaten sürgün kamplarında o kadar yıl gezindikten sonra buna cesaret de edemezdi. O, başka bir kurnazlık sergilemeyi deneyerek, Lenin ve Engels’in “etnogenez” konusunda görüşlerinden faydalandıkları Batılı yazarları ağır bir tenkit bombardımanına tuttu ama Rus’un şarklılara has kurnazlığı, bu kamuflajı yutmadı. Gerçekten de, Lenin ve Engels’in faydalandıkları yazarları tenkit etmek, onları dolaylı yoldan tenkit etmekle hemen hemen aynı şeydi.

Gumilëv’un akademik çalışmaları birbirini takip ediyordu: Hunlar, Eski Türkler, Çindeki Hunlar, Hazarın Keşfi, Etnogenez, Hazar Çevresinde Bin Yıl, Eski Ruslar ve Büyük Bozkır, Rusiden Rossyaya, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, Sarı Haçlı Seferi veya İblis Nesli Efsanesi, Son ve Yeniden Başlangıç, Avrasya Trajedisi, Etnos,Tarih ve Kültürler, 10 ciltlik Arabesk Tarihi (müştereken) ve yerli ve yabancı ilmi dergilerde yayınlanmış yüzlerce makale.

L.N. Gumilëv’a aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeden konferans vermesi için teklifler gelmiş fakat baştaki yönetim tarafından yurtdışına çıkışı yasaklandığı için bu davetlere katılamamıştır. Yazarımız, belki de biraz kavgacı bir tipti. Daha önceki çalışmalarında Batılı türkologlara saldırdığı yetmiyormuş gibi, W.W. Barthold’a da acımasızca yüklenmişti. Aslında Gumilëv, tarihî konularda yanlış yapan kimseyi affetmiyor; elindeki kılıcı önüne gelene saplıyordu. Elbette ona da başkaları yüklenecek ve yaptığı hatalarını affetmeyecektir. Ne de olsa, men dakka dukka dünyası bu. Elinizdeki eser yayınlandığı ve özellikle “İgor Alayı Destanı”nın tenkit edildiği kısmı bir dergide neşredildiği zaman bütün Sovyetler Birliği’nde şiddetli tartışmalar, yazara karşı insafsız saldırılar başladı. Bilhassa klasik ilim anlayışı çerçevesi dışına çıkamayan Rus aydınları, Ruslar’ın milli destanının acı bir şekilde tenkit edilmesini bir türlü hazmedemediler. Çünkü bu bölüm daha önceki tarihçileri, A. Zimin ve Prof. B. Rıbakoff’ları yerden yere vuruyordu. Bu yüzden S. Tihvinski, V. Paşuto, İ. Petruşevski, İ. Grekoff, B. Rıbakoff akedemik dergilerde Gumilëv’u tenkit bombardımanına tuttular. En sonunda Kazakistan’dan, heyecan manzumesi “Az i Ya”nın müellifi Olcas Süleymanoff da bu polemiğe katılarak yangına körükle gitti. Vaktiyle Gumilëv’a O. Süleymanoff’u tenkit etmesi teklifi yapılmıştı fakat üstad, Süleymanoff’un eserinde bazı yanlışlar bulmasına rağmen, bunu yapmamıştı. Nihayet Ord. Prof. Lihaçev, 1980′de Gumilëv’u hakkı gösteren bir makale yayınladıktan sonra “İgor Alayı Destanı”nın yargılanması sona erdi ve bu polemik de böylece kapandı.

Yazarın hanımından hiç çocuğu olmadı fakat o bundan dolayı üzgün değildi. Her fırsatta, yazdığı kitapları göstererek, “benim çocuklarım da bunlar” diyordu. Nihayet 1992 ortalarında gözlerini hayata yumdu. Ölümünden sonra sevenleri ve hayranları bir araya gelerek, bu filozof tarihçinin anısını yaşatmak için, “Gumilëv Dünyası Vakfı” adı altında bir vakıf kurup, bütün eserlerini külliyat halinde yeniden yayınladılar. Gumilëv, aynı zamanda iyi bir şair ve çok iyi bir mütercimdi. Birkaç ciltten oluşan divanları vardır ama bizi ilgilendiren yönü şairlik tarafı değil.

Kusursuz bir Rusçayla yazmasına rağmen, Gumilëv’un üslubu oldukça ağırdır. Uzun cümlelerinde, Türkçede yan yana gelmesi gereken kelimelerin birini bir yana, diğerini çok uzaklara atmakta; Rus okuyucu için problem teşkil etmeyen bu dağınık kelimeleri toparlamak ise, mütercimin saatlerini almaktadır. Onun bu ağır üslubu, bir noktada, bizdeki H.Z. Ülken’in ağır üslubuyla kıyaslanabilir. Şairlerin dili genelde ağır olurmuş. O da dipte bucakta kalmış, miadı dolmuş kelimeleri kullanmaktan zevk alıyordu. Buna rağmen eski satirik Rusçayı ustalıkla kullanıyordu. Belki de eserlerini sevdiren de bu satirik üslubudur. Eğer roman yazmış olsaydı, kesinlikle çok başarılı olurdu. Gumilëv, okuyucusuna tarihi sevdirerek, eserlerini sıkıcı olmaktan kurtarmayı başarabilmiş bir yazardır. Onun eserlerinde diğer tarihçilerin kitaplarında pek göremeyeceğimiz “… kendisi halim selimdi ama karısı çirkefin, şirretin tekiydi”; “.. bu geri zekalı avrat..”; “yoo.. ben kül yutmam!”; “.. gelin önce terimler konusunda anlaşalım..”; “.. bakıyorum da sevgili okuyucum bana itiraz ediyor..”; “..peki beyim, madem öyle, gel seninle tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkalım da, kimin haklı olduğunu görelim..”; “.. yoo.. artık bu soruya cevap vermek boynumuza borç oldu..”; “Bu da ne demek oluyor şimdi?”; “.. üstadımıza da maşallah yani..” şeklindeki esprili cümlelere zaman zaman rastlıyoruz. Gumilëv’un konuları kavrama ve izah tarzı oldukça farklıdır. O, tarihî eserlerinde herkesin bildiği olayları bir iki satırla geçiştirir ama pekçok tarihçinin gözünden kaçan küçük nüanslardan çok büyük meselelere parmak basacak malzeme çıkarmakta ustadır.

Kitaplarının bazıları, elinizdeki bu eser, Etnogenez ve Eski Türkler Batı dillerine de çevirilmiştir. Kimi tarihçiler Gumilëv’u üstad kabul ederken, kimileri onun yazdıklarına “her zaman da güvenilemeyeceğini” ileri sürerler ama yine de yazdıkları kitaplarda “üstadı” referans olarak gösterirler. Herhalde, bu da riyakârlığın değişik bir şekli. Madem güvenilir değilse, neden referans olarak gösteriliyordu?.. Peki Gumilëv’un Türkler’in ve Türk halklarının dostu olduğu söylenebilir mi?

Bu soruya cevap vermek zor. Bir kere dünyada kan bağı denilen bir şey olduğu sürece, -ki kıyamete kadar da olacak ve küreselleşmenin önünde en büyük engel olarak duracaktır,- objektif tarihçilik, hemen hemen imkansızdır ve Gumilëv da bu kuralın dışında değildir. Damarlarında Rus ve Türk kanı taşıyordu ama herhalde Rusluk tarafı daha ağır basıyordu. Bu yüzden özellikle Türk tarihi konusunda ona da dikkatli yaklaşılması gerekir. Örneğin “Eski Türkler”in önsözünde “Göktürkler, katiyen torunları olmayan birçok Orta Asya halklarına adlarını bırakarak tarihten silindiler” şeklindeki cümlesi üzerinde durulursa, biz Anadolu Türkleri’nin ve hatta Asya’daki Türk halklarının Göktürkler’le, dolayısıyla da Hunlar’la ilişkisi olmadığı, sadece Türkleşmiş ve Göktürkler’den “Türk” adını ödünç almış halklar oldukları sonucu çıkar ki, bu, tarihî gerçeklerle bağdaşmayan öylesine bir iddiadır. Onun Osmanlılar için “Etnogenez” adlı eserinde sarfettiği sözler de, oldukça haksız ve belki de garazkâr bir bakışın sonucudur. Yine onun avrupai tipin Asya’da mongoloid tipe galip gelmesi sonucu bazı Türk halklarının mongoloid olmamasını, Aryani ırkın zaferi gibi göstermesi konusu, “Hunlar” isimli eserinin başına koyduğumuz tenkit takdiminde ele alınmıştır.

Fakat, eğer ortada Çinliler’den bahsedilmesi gereken bir durum varsa, Gumilëv, Çinliler’e karşı Hunlar’ın ve Türkler’in dostu, hatta müdafiidir. Nedense, “üstad-ı azam”da aşırı bir Çin ve Çinli düşmanlığı vardır ve bu düşmanlık ona “Eski Türkler”de “üzüm salkımını kılıç kabzasından daha iyi kavrayan Çinli gençler, heybetli Türk süvarileri karşısında tapır tapır dökülüyorlardı..”; ve “Hazar Çevresinde Bin Yıl”da ise “Çinliler’in .. batıya geçemediklerini düşünmek, ne büyük saadet!…” dedirtecektir. Belki de bu düşmanlık, onu Türkler’i müdafaa etmeye itelemiştir. Ancak ondaki Çin ve Çinli düşmanlığının altında, Rusya-Çin çekişmesinde bu ülkeyi kötüleme ve Rus mantalitesinde “Çirkin Çinli” imajı yaratma vazifesini omuzlamış olmanın sevk-i tabiisi görülmektedir. Batıya karşı Türkler’in savunucusudur. Araplar’a karşı da yine Türkler’in yanındadır. Bununla birlikte onun “düz arazide ve gün ışığı altında heybetli Türk süvarisinin karşısına çıkan düşmanın hiçbir şansı yoktu”, “.. bu asil millet..” ve “Muhammed’in gerçek ümmeti, riyakâr Araplar değil, Türklerdi” vs. şeklindeki cümlelerine bakarak Türk dostu olduğu düşünmek aşırı safdilik olur. Belki de öyleydi ama Bolşevik yönetim döneminde bunu yazmak şöyle dursun, telaffuz dahi edemezdi. Onun, gerek elinizdeki bu eserde, gerekse Hunlar, Hazar Çevresinde Bin yıl, Eski Türkler ve diğerlerinde rastladığımız şu satırları, bize göre, baştaki rejimi ürkütmeden, Batıyı, burjuva kesimini eleştirmek suretiyle, göçebe halkların savunuculuğunu yapmak şeklinde telakki edilebilir: “..Bu konu üzerinde etraflıca durmamızın sebebi, burjuva kesiminin, sözüm ona Çinlilerin kenar mahallesiymiş gibi gözüken Merkezî Asya’nın göçebe halklarının, üzerinde durulmaya bile değmez insanlar olduğu şeklindeki saçma görüşlerini çürütmekti…”

Bundan başka yazarın Moğollar’a ve Çingis-han’a karşı bir hayranlık ve zaafı vardır. Hatta Rus akedemik çevrelerince de “Moğol hayranı olmak”la suçlanmış, bu suçlama yüzünden Rubruck ve Marco Polo’nun seyahatleri üzerine yazmayı düşündüğü bir kitabın telifinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. “Moğollar bize kan ve göz yaşından başka ne getirdi?..”

şeklindeki satırlarla dolu yüzlerce kitabı okuyarak yetişen Rus halkına rağmen Moğollar’ı savunmaya kalkışmak için bir insanın çılgın olması gerekirdi. Neyseki Gumilëv biraz deli doluydu, ama çılgın değildi.
Bunun dışında, İslamiyet hakkındaki yanlış bilgileri, yahut kasıtlı hücumları ise, kendisi bir Hristiyan olduğu ve üstelik eserlerini de komünist iktidar döneminde yazdığı gözönünde bulundurulursa, mazur karşılanabilir. Ne de olsa, dünyada İslamiyet’e dil uzatan tek kişi o değildir.

Kısacası, L.N. Gumilëv’a hayatta iken çok görülen ikbal, ölümünden sonra nasip olmuştu
Óâàæàåìûé ïîëüçîâàòåëü, âàì íåîáõîäèìî çàðåãèñòðèðîâàòüñÿ, ÷òîáû ïîñìîòðåòü ñêðûòûé òåêñò!
Óâàæàåìûé ïîëüçîâàòåëü, âàì íåîáõîäèìî çàðåãèñòðèðîâàòüñÿ, ÷òîáû ïîñìîòðåòü ñêðûòûé òåêñò!
Óâàæàåìûé ïîëüçîâàòåëü, âàì íåîáõîäèìî çàðåãèñòðèðîâàòüñÿ, ÷òîáû ïîñìîòðåòü ñêðûòûé òåêñò!
Óâàæàåìûé ïîëüçîâàòåëü, âàì íåîáõîäèìî çàðåãèñòðèðîâàòüñÿ, ÷òîáû ïîñìîòðåòü ñêðûòûé òåêñò!

Password: turklib

Ïîäåëèòåñü çàïèñüþ â ñîöñåòÿõ ñ ïîìîùüþ êíîïîê:

Ïðîñìîòðîâ: 3072
Ðåéòèíã:
  • 5